Fotoğraftaki renkli akide şekerleri gibi minik taneler,bildiğimiz kumun büyütülmüş hali.
Gökte yıldız,yerde kum. Çokluk ifade etmek istediğimizde ya göktedeki yıldızlar ya da yeryüzündeki kumlar kadar diyerek ifade ederiz kendimizi.
Kum ,çokluk simgesi olduğu kadar, bir de avuçlarımdan akıp gitmesi ile birlikte geçip giden zamanı anlatır bana.
İnsanı hatırlatır bir de.
Birer kum tanesi gibiyiz diye düşünürüm. Zaman içinde bir o yana bir bu yana akıp durduğumuz bu yerde . Benziyor gibiyiz ilk bakışta diğerlerine. Yakınlaştıkça farklılaşıp,ayrılıyoruz.
Kimimizin rengi,kimimizin şekli, kimizin yapısı farklı diğerlerinden. Yağmur,rüzgar,soğuk,sıcak ufalayıp küçültse de aslımızın minik birer kopyasıyız.
Bizler gibi kum taneleri var sağımızda,solumuzda .
Ardımızda.
Kalabalığız.
Durgun görünsek de , kıpır kıpır hareketliyiz içten içe akarız aslında...
Kum, 1500-1600 derece ateşte eriyip cama dönüşür. Şeffaf,zarif,kırılgan bir hal alıp, usta ellerde şekillenip bambaşka bir güzelliğe kavuşur. Çokluğundan ve küçüklüğünden olsa gerek basit ve sıradan görünen kum, nadide güzelliğin,saflığın,temizliğin sembolü olur. Basıp geçerken umarsızca ,dokunmaya kıyamaz oluruz.
İnsan da aynı kum gibi bu dünya imtihanında yaşadıkça yana kavrula dost elinde,sevgili yolunda yoğrulur, değişir,dönüşür Kamil olur. Maksat da böylece hasıl olur.
Muhammed İkbal’in güve ve pervane hikayesi ne yakışır buraya.
“Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:
«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların satırlarını kemirip durdum. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»
Güvenin bu feryâdına mukâbil, yarı yanmış pervâne,
“Bak!» dedi güveye; «Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım. Hayatı daha canlı kılan, muhabbetle çırpınıştır; hayatı kanatlandıran da aşk ateşiyle yanıştır!..»”
Yeryüzünde sudan sonra en çok tükettiğimiz madde kum. Kum mafyası,kum kıtlığı cümlelerini ve ilgili haberleri okuduğumda çok şaşırdım. Hele de en çok kum ithal eden ülkelerin muazzam çöllere sahip olduklarını hatırlayınca ne yaman çelişki diye düşündüm.
Meğer her kum kullanılabilir nitelikte değilmiş. Çöl kumları pürüzsüz yuvarlaklıkları ile özellikle inşaat alanında bir işe yaramıyormuş. Bu sebeple kaliteli kumun tükenmesi tehlikesi ile karşı karşıyaymışız. Mafyaları,hırsızları bile oluşmuş kum sektörünün.
Halil Cibran’ın “Kum ve Köpük” kitabından satırlar geldi aklıma. Görünen o ki kıyılar sonsuza kadar kalmayacakmış .
—“Bu kıyılarda yürüyorum daima kumla köpük arasında. yok edecek ayak izlerimi med-cezir uçuracak köpüğü rüzgar. oysa var olacak deniz ve kıyı sonsuza kadar.”—
Sapsarı kumlu çöllerde yolculuk yapanlar kumların müziğini duyarlarmış yürüdükçe. Gürleme, kükreme, gıcırdama, vızıltı hatırlatan sesler. 105 db yüksekliğine ulaşabilen -yani acı hissetme sınırının hemen altı-10 km ötelerden duyulabilen 450 hz civarı frekansı olan bu sesler işitenin yüreğine korku çökertirmiş.
Kuru ve pürüzsüz kum tanelerinin rüzgar etkisi ile havalandıklarında birbirleri ile saniyede 100 kere çarpışıp,titreşirken bu sesleri çıkardığı biliniyormuş ama belli bir uyum içinde şarkı söyler gibi nasıl olabildiği açıklanamıyormuş.
Bu sesleri dinlemek isterseniz aşağıdaki linkte bir örnek mevcut.
İnanırız ki,kainattaki canlı cansız herşey zikr eder. Bu da Kuran-ı Kerimdeki ayetler ile sabittir.
Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (İsra, 17/44)
Comentários