Bir zamandır, güzel olan ne varsa içinde var diye,bardağın dolu tarafına yönelmeye çalışıyorum. En başta kendim için.
Ancak...
İnsanın gözüne gözüne sokulup duran,sesleri edep yoksunluğundan olsa gerek oldukça yüksek çıkan çirkinlikler arasından güzellik şeçip çıkarmaya çalışırken,aynı şeyleri tekrar tekrar ifade etmek yazanı ve okuyanı yorabilir endişesindeyim.
Niyet çoğalır umuduyla iyilik yaymak ,akıbet de hayr olur umarım.
Bir kaç satır yazayım diye niyetlenir niyetlenmez hücum ediyor aklıma,bakmamaya çalıştığım boşluğun içinden sesler,görüntüler.
Bir mukaddes mekanımızı saygısızca çiğneyen postal görüntüleri,yerlerde sürüklenen kadınların çığlıkları bir yanda, en dokunulmazlarımızdan biri olan ezanımızı ıslıklayacak kadar kendini kaybetmiş güruhun sesleri diğer yanda.
Başımı kuma gömmek değil yapmak istediğim. Bazı şeyleri özellikle görmek,göstermek için ışık tutmak gerekir. Millet olarak,müslümanlar olarak mukaddeslerimiz kırmızı çizgilerimizdir. Vatanımız,ezanımız,camilerimiz,bayrağımız...
Özellikle ezan-ı Muhammedi okunurken sergiledikleri tavırları ile bu dünyada hiçbir sınırları olmadığını aşikar eden güruha karşı çok uyanık olmak durumunda yayıncılar,eğitimciler,idareciler,anne ve babalar. Bireysel tercih,kişisel özgürlük adı altında sinsice yayılmaya çalışılan habis mikroplar gibiler . Yanlarından geçene pis kokuları bulaşır.
Bugün İyilik yapmak, ama nasıl diye düşünüldüğünde çok belirleyici iki hadisi şerif paylaşayım son olarak. Hadiste geçen 40 İyilik başka bir günün yazısı olsun.
“Kırk iyilik vardır. Bunların en üstünü, birisine sağıp sütünden faydalanması için ödünç olarak sütlü bir keçi vermektir. Kim, sevâbını umarak ve mükâfâtını Allah’ın vereceğine inanarak bu kırk hayırdan birini işlerse, Allah Teâlâ onu bu sebeple cennete koyar.” (Buhârî, Hibe 35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 42)
Bir gün Resulullahın (a.s.m.) huzurunda Ensar'dan birisi gelerek bir şey istedi. Resulullah ona sordu:
"Evinde bir şey var mıdır?"
"Evet, yâ Resulallah, bir çulumuz var. Bir kısmını altımıza seriyoruz, bir kısmıyla da örtünüyoruz. Bir su kabımız var, onunla da su içiyoruz."
"Öyleyse hemen kalk, çul ve su kabının her ikisini de al, bana getir."
O kişi gitti, her ikisini de getirdi. Resul-i Ekrem çulla su kabını eline aldı, hazır olanlara göstererek, "Şu iki eşyayı satın alacak kimse var mı?" diye sordu. Cemaattan bir zat, "Ben her ikisine de bir dirhem veririm." dedi.
Resulullah iki-üç defa, "Bir dirhemden fazla veren yok mu?" diye tekrarladı. Daha sonra başka birisi, "Ben iki dirheme alırım." dedi. Resulullah çulu ve su kabını o zata sattı. İki dirhemi aldı, eşya sahibine verdi ve şöyle buyurdu:
"Bu paranın bir dirhemi ile yiyecek al, âilene bırak; bir dirhemine de bir balta al, bana getir."
O adam gitti, bir balta aldı, geldi. Resul-i Ekrem baltaya kendi eliyle bir sap taktı. Sonra da o adama vererek, "Al bunu, git odun kes, topla, sat. Seni on beş gün görmeyeceğim." buyurdu.
O adam gitti, odun kesti, topladı, sattı. Resulullahın huzuruna geldiğinde on beş dirhem kazanmıştı. Bir kısmına giyecek, bir kısmına da yiyecek almıştı. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Dilencilik yüzünden siyah bir nokta olarak kıyamet gününde gelmektense, şu hâlin ondan daha hayırlıdır. Dilenmek ancak şu üç kişiye caizdir: Toprağa yapıştıran fakirliğe uğrayana (son derece fakir düşene), altından kalkamayacak derecede borç altına girene, aralarını bulmak için kan parası yüklenen kimseye."
Başka bir rivâyette ise dördüncü bir şart getirilir: "Çok acı veren müzmin bir hastalığa kapılan kimse ihtiyacı kadar isteyebilir." (Ebû Dâvud, Zekât: 26)
Comments